Günler kısaldı. Akşam erken iniyor. Yahya Kemal'i daha sık hatırlar olduk. “Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa” demlerindeyiz. “Yağmur giymeye” başladık artık. Renklerin parlaklığı kayboldu. Bozbulanık kahverengilerin, asık suratlı grilerin, ciddi lacivertlerin, tavsamaya yüz tutmuş yeşillerin içindeyiz.
Serçelerde, kumrularda, güvercinlerde tedirgin bir telaş. Marmara'nın maviliği erimiş, morlu kurşuni bir renk almış şimdi. Balıkpazarı tezgahlarındaki nazlı lüferleri, kulağı karanfilli palamutları, gümüşleri, hamsileri ışıl ışıl parlatan elektrik lambaları da biraz daha erken yanıyor artık.
Tuhaf çelişkiler içindeyiz. İçimizi karartan bu havadan kurtulmak için bir an önce eve atmak istiyoruz kendimizi ama eve girer girmez de bütün o duvarlar üzerimize üzerimize geliyor.
Sohbetlerimiz de tatsız. “Bir uçan kuştan, bir kaçan eşten, yedi püsküllü kalleşten” konuşup duruyoruz. Sokaklar hüzünlü. Baştan ayağa hüzün içindeyiz. Öksüz çocuklar gibiyiz. Karartma günlerindeyiz. Bütün ışıklarımızı kapatmışız. Biz akşam olmuşuz. Yapraklarımız usul usul dökülmüş, artık bizim adımız sonbahar olmuş...
Sonsuz bir melankoliyi, yaprak dökümlerini, çekip giden sevgilileri anlatan ve anımsatan mevsime girdik. Eylüldeyiz. Güz mevsimindeyiz. Hazan mevsimindeyiz. Sonbahardayız.
Sonbahar tabiatın yeniden canlanmak için ölmeye yattığı mevsim. Bize ölümü hatırlatması da bundan.
Babil halkı bizim eylül dediğimiz aya “Kislimu” adını vermişti ve bu ‘acı’ anlamına gelen “'kisal”den türetilmişti. Babil ülkesinde uzun yıllar sürgün kalan İbraniler de Babil takviminden etkilendiler ve onlar da kendi takvimlerindeki eylüle ‘Kislew/Kislev’ dediler. Anlayacağınız, biz insanlar için eylül, güz, hazan, sonbahar hep bir hüzün, hep bir ayrılık resmi oldu. Françoise Sagan, o güzelim romanına “Günaydın Hüzün” adını boşuna mı koydu yani?
Apollinaire, “Koltuğumun altında eski bir kitap. Seine'in kıyısından geçiyorum. Nehir tıpkı üzüntüm gibi. Akıp gidiyor da hiç tükenmiyor. Hafta ne zaman bitiverecek?” diyor.
Mevsimler de köprünün altından akan sular gibi. Şaşmaz bir düzen içinde akıyorlar ve bir daha hiç geri dönmeyecekler. Hüzünlenmemiz bundan. Geçen eylülleri sık sık hatırlamamız bundan.
Yine Apollinaire'e dönelim. Bu köprü aşığı şair, Mirabeau Köprüsü'nün üzerinden sarkıp, suları güzelce seyrettikten sonra, “Mirabeau Köprüsünün altından, hem Seine Nehri akıp gidiyor, hem de sevdalarımız. Her üzüntüden sonra bir sevincin geldiğini hatırlarsın herhalde. Gece olur, saat çalar, günler gelip geçer” diye yazıyor.
Sonbahar da bu değil mi? Güz biraz hüzün, çokça da Hüzzam değil mi? Erken inen şu akşamlarda hepimizin içinde bir Hüzzam Semai çalmıyor mu?
Zamanının tüm değerlerine isyan etmiş, faydacı ahlaka saldırmış, bir güz günü Torino kentinde sahibi tarafından kırbaçlanmış bir sütçü beygirinin boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlamış filozof Nietzsche'nin Prof. Dr. Ahmet İnam'ın Türkçeye kazandırdığı “Cananım” adlı şiirinin, udi Kemal Tüfekçi tarafından şarkı olarak bestelendiğini unutmayalım. Şarkının makamının Hüzzam olduğunu söylemeye gerek yok elbette. Çünkü Nietzche de bir sonbahar yorgunudur ve Hüzzamın o sarı, yoğun ve insanı çökerten kalıbı, ona cuk oturur.
Sonbahardayız. Güz dönencesindeyiz. Hüzzam tükenişli bir şarkıdayız. Hüzzam faslında yaşıyoruz şimdi. Sevdalara küsmüşüz. Not defterlerine kuş resimleri de karalamıyoruz artık. Unutulmuş eşyalar gibiyiz. Tozlar içindeyiz. Uzaktan geçen vapurların dumanlarına suretler nakşediyoruz. Hüzzam sevdalar çekiyoruz ve “Seni onca anlamazken, çekip gittin” diye yakınıyoruz. Güz aynı zamanda ayrılıklar ve terketmeler mevsimi çünkü. Dönüşü olmayan nehirler gibi. Gidenler geri gelmiyor ve biz yalnızlığa alışmak zorundayız.
Yalnızlığa alışmalıyız. Sinemaya, tiyatroya, vapura, trene, otobüse tek kişilik bilet almaya alışmalıyız. Artık çalmayan ya da kırk yılda bir çalıp o da yanlış çalan telefonlara alışmalıyız. Okunmadan başucumuzda yığılıp kalan dergilere, son ödeme tarihi çoktan geçmiş ödenmemiş faturalara, kapatmayı unuttuğumuz elektrik lambalarına alışmalıyız. Eve ekmek almayı çoktandır boşladığımıza da alışmalıyız.
Yalnızlığa alışmalıyız.
Güz günleridir bunlar. Ayrılık günleridir. Yalnızlığa alışma ve dayanma günleridir bunlar...
Serçelerde, kumrularda, güvercinlerde tedirgin bir telaş. Marmara'nın maviliği erimiş, morlu kurşuni bir renk almış şimdi. Balıkpazarı tezgahlarındaki nazlı lüferleri, kulağı karanfilli palamutları, gümüşleri, hamsileri ışıl ışıl parlatan elektrik lambaları da biraz daha erken yanıyor artık.
Tuhaf çelişkiler içindeyiz. İçimizi karartan bu havadan kurtulmak için bir an önce eve atmak istiyoruz kendimizi ama eve girer girmez de bütün o duvarlar üzerimize üzerimize geliyor.
Sohbetlerimiz de tatsız. “Bir uçan kuştan, bir kaçan eşten, yedi püsküllü kalleşten” konuşup duruyoruz. Sokaklar hüzünlü. Baştan ayağa hüzün içindeyiz. Öksüz çocuklar gibiyiz. Karartma günlerindeyiz. Bütün ışıklarımızı kapatmışız. Biz akşam olmuşuz. Yapraklarımız usul usul dökülmüş, artık bizim adımız sonbahar olmuş...
Sonsuz bir melankoliyi, yaprak dökümlerini, çekip giden sevgilileri anlatan ve anımsatan mevsime girdik. Eylüldeyiz. Güz mevsimindeyiz. Hazan mevsimindeyiz. Sonbahardayız.
Sonbahar tabiatın yeniden canlanmak için ölmeye yattığı mevsim. Bize ölümü hatırlatması da bundan.
Babil halkı bizim eylül dediğimiz aya “Kislimu” adını vermişti ve bu ‘acı’ anlamına gelen “'kisal”den türetilmişti. Babil ülkesinde uzun yıllar sürgün kalan İbraniler de Babil takviminden etkilendiler ve onlar da kendi takvimlerindeki eylüle ‘Kislew/Kislev’ dediler. Anlayacağınız, biz insanlar için eylül, güz, hazan, sonbahar hep bir hüzün, hep bir ayrılık resmi oldu. Françoise Sagan, o güzelim romanına “Günaydın Hüzün” adını boşuna mı koydu yani?
Apollinaire, “Koltuğumun altında eski bir kitap. Seine'in kıyısından geçiyorum. Nehir tıpkı üzüntüm gibi. Akıp gidiyor da hiç tükenmiyor. Hafta ne zaman bitiverecek?” diyor.
Mevsimler de köprünün altından akan sular gibi. Şaşmaz bir düzen içinde akıyorlar ve bir daha hiç geri dönmeyecekler. Hüzünlenmemiz bundan. Geçen eylülleri sık sık hatırlamamız bundan.
Yine Apollinaire'e dönelim. Bu köprü aşığı şair, Mirabeau Köprüsü'nün üzerinden sarkıp, suları güzelce seyrettikten sonra, “Mirabeau Köprüsünün altından, hem Seine Nehri akıp gidiyor, hem de sevdalarımız. Her üzüntüden sonra bir sevincin geldiğini hatırlarsın herhalde. Gece olur, saat çalar, günler gelip geçer” diye yazıyor.
Sonbahar da bu değil mi? Güz biraz hüzün, çokça da Hüzzam değil mi? Erken inen şu akşamlarda hepimizin içinde bir Hüzzam Semai çalmıyor mu?
Zamanının tüm değerlerine isyan etmiş, faydacı ahlaka saldırmış, bir güz günü Torino kentinde sahibi tarafından kırbaçlanmış bir sütçü beygirinin boynuna sarılarak hüngür hüngür ağlamış filozof Nietzsche'nin Prof. Dr. Ahmet İnam'ın Türkçeye kazandırdığı “Cananım” adlı şiirinin, udi Kemal Tüfekçi tarafından şarkı olarak bestelendiğini unutmayalım. Şarkının makamının Hüzzam olduğunu söylemeye gerek yok elbette. Çünkü Nietzche de bir sonbahar yorgunudur ve Hüzzamın o sarı, yoğun ve insanı çökerten kalıbı, ona cuk oturur.
Sonbahardayız. Güz dönencesindeyiz. Hüzzam tükenişli bir şarkıdayız. Hüzzam faslında yaşıyoruz şimdi. Sevdalara küsmüşüz. Not defterlerine kuş resimleri de karalamıyoruz artık. Unutulmuş eşyalar gibiyiz. Tozlar içindeyiz. Uzaktan geçen vapurların dumanlarına suretler nakşediyoruz. Hüzzam sevdalar çekiyoruz ve “Seni onca anlamazken, çekip gittin” diye yakınıyoruz. Güz aynı zamanda ayrılıklar ve terketmeler mevsimi çünkü. Dönüşü olmayan nehirler gibi. Gidenler geri gelmiyor ve biz yalnızlığa alışmak zorundayız.
Yalnızlığa alışmalıyız. Sinemaya, tiyatroya, vapura, trene, otobüse tek kişilik bilet almaya alışmalıyız. Artık çalmayan ya da kırk yılda bir çalıp o da yanlış çalan telefonlara alışmalıyız. Okunmadan başucumuzda yığılıp kalan dergilere, son ödeme tarihi çoktan geçmiş ödenmemiş faturalara, kapatmayı unuttuğumuz elektrik lambalarına alışmalıyız. Eve ekmek almayı çoktandır boşladığımıza da alışmalıyız.
Yalnızlığa alışmalıyız.
Güz günleridir bunlar. Ayrılık günleridir. Yalnızlığa alışma ve dayanma günleridir bunlar...