“Ah bir kız yaşarmış, Boğaziçi’nde”
Etkinlikler ile belki de aynı ayarda, yeryüzünde diğer yabancı okullardan ayırıveren, ismi eşsiz İstanbul, yani içinden deniz geçen şehir olarak; Avrupa ve Anadolu'yu, kol kola getirip,doğanın dans ettirdiği Boğaziçi’nde, Boğaziçi Üniversitesindeyiz.
Romanlara ilham olacak senaryolar, aklınızdan geçemeyecek gerçekler, ansızın güzel ülkemde yaşanabiliyor.
Niyetimiz, eserlerini bir okuyucu olarak takip ettiğimiz, Boğaziçi Üniversitesinin önce öğrencisi sonra Hocası olarak emeği, neredeyse bir insan ömrü kadar tam otuz yıllık serüvenin, yine öğrenci ve okuyucuları ile taçlandırılması. Arkadaşım ve aynı düşüncede olanlarla oradayız ve ansızın bastıran yağmurun işlevselliği daha henüz içimizi ıslatmamışken, meşhur kapıdan kimliklerimizi verip geçerken; kimseler etkinliğin yapılmayacağına dair bir şey söylemiyor. Güzel güzel geçiyor, daha önce yanılmıyorsam iki kez gitmiş olduğum bahçeden yine ayrı bir heyecan ve hevesle ilerliyoruz. Tam bir hatıra fotoğraf çekecekken yağmur serpilmeye başlıyor. Bankta oturup, yağmurda ıslanıveriyoruz. Bırakıyoruz bedenlerimizden rahmetin akmasına, aklımıza, tenimize geçmesine gönülden razı olarak teslim ediyoruz, doğaya kendimizi. Henüz vakit erkenken, o yaşadığımız ve bizden başka, herkesin kaçışarak ayrıldığı banktan, usul usul toplantının gerçekleşeceği mekâna doğru ilerliyoruz. Küçücük alan kaç kişiyi alabilecek ki diye düşünce duvarın sol tarafında siyah-beyaz, sağ tarafında renkli olarak fotoğrafları bulunan Boğaziçi Üniversitesinden geçmiş mezunlarının portelerine bakarken aklımdan geçmekte. Yanımda telefon ile konuşmakta olan bir başka Hocanın telefonuna şahitlik ederken”Toplantının iptal edildiğini, Murat Gülsoy’un içeri alınmadığını, dışarıda bir lokanta toplanılacağı”bilgisini alıp, teyit ediyorum. Sanat Yönetmeni arkadaşım, tuvaletten dönerken anlattıklarıma şaşkınlığında ki yüz ifadesi, ikimizde de pırıl pırıl maalesef, üstelik o benden de daha Murat Gülsoy, okuyucusu.
Şaşırmıyorum, ıslaklığımız keşke bedenlerimizde kururken, Edebiyatının vereceği huzurun rüzgarında ılık ılık demlenseydi. Yurt dışında olsa, ne seremoniler yapılırdı derken dünyada belki de sadece bizim ülkemizde yaşanan ve maalesef ki buna tanıklık etmek durumunda kaldığımız hiç de hoş olmayan görüntüler, bıraktığı duyguları orada bulunan diğer dinletiyi bekleyen okuyucu ve Edebiyat severlere, söyleyip bahçeye yeniden iniyoruz. Birde yağmur bastırmış, ne şemsiye, ne yağmurluk. Önce bize söylenen, İBB’nin kent lokantasına gidiyoruz. Menü de kurufasulye ve taktir edersiniz ki bolca kaşık, çatal sesi. Kolay mı, boğazda kavga var.
Peki, ya güzelim Boğaziçi’nde!
Bunlar neden oluyor, eski bir gazeteci olduğunu söyleyen hanımefendi dışında kimse yok, kendiside, bize kalabalığın dışarıda Güney Kampüsün orada olduğunu söylüyor. “Madem gazetecisiniz, yazarsınız” dediğimde, nereye yazacağım, cevabını alıyorum.
Kampusun kapısında, Murat Gülsoy, o yüzünden eksiltmediği gülüşü, biriktirdiği deneyimlerden el aldığı, vakur ve asilliği ile dimdik durmakta. Kapıdaki kalabalık biraz önce yetişelim diye hızla geçerken ki göremediğimiz okuyucu ve Murat Gülsoy topluluğu ama daha da çoğalacağız. Yağmur berekettir ve şükür ki lokantada yine İBB nin binasında küçücük, adeta kibrit kutusu gibi bir mekanda, çoğalıyoruz. Ayakta, ıslak ve şaşkın!
Mecbur yağmurda ıslanıyoruz. İyi ki de ıslanıyoruz. Bilmem herkes farkında mıydı bir olguyu yaşıyor olmanın duygusunu, kaç kişi hissedebildi. Bu tüm disiplinler içinde salınarak; Psikoloji, Edebiyat, Sanat, Sosyoloji içinden sivrilerek tam da buradan ses veriyordu. Önce çoğunluğu okuldan akademisyen arkadaşları olan kişilerin konuşmaları sırasında belirttikleri gibi şaşkınlık yaşıyor olmalarıydı. Ama yine de her şeye rağmen bir emeklilik çiçeğini hak etmişti. “Yazarsın, şaşkınlıktan unuttuk, hayal et!” demek, bana göre değil en azından, netice de bu da yazarlara ve duygusal insanlara atfedilen gerçeklerden kaçış ve adeta savuşturma gibi gelir. Sen anlarsın, demek. Kendisi bile şaşkınken hiçbir şekilde bunu dışarıya yansıtmayan, fırtınalı denizlerin sonunda yolcularını dingince limana çıkarabilen bir kaptan gibiydi, akademisyen, yazar, baba, öğretmen, emekli, dergici, okuyucu, bilim insanı ve insan, Murat Gülsoy.
Yurt dışında olsa kapıda tıpkı transfer olan futbolculara havalimanına indiklerinde başlarından geçirilen renk renk çiçek kolye gibi takılır, konfetiler, ödüller, plaketler, sunumlar, tanıyanların sözleri, asla unutmayacak bir an hediye edilirdi kesin, tüm emeklerine karşılık.
Ne kadar yanlışı bile olsa ortaya konulmuş bir emeğin bir söz hakkı muhakkak vardır. Varlığının, insan olmanın tezahürünün gerçeği.
Öğrenciliğini de katarsak, tam kırk yıl koca bir insan ömrüne, arabasının girebildiği içinde de şemsiye var, kendisinin giremediği, emeklilik konuşmasını okuyucuları ve dinlemeye gelenler ile önce lokanta da sonra küçücük bir mekanda, bir tabure üzerinde ama maskesini takarak, kimseye zararı olmasın diye kıyıdan izledin, aydın Murat Gülsoy.
Bizim temel meselemiz zaten aydın yetiştiremeyen bir toplum olmamız, herkes konuştu, yaratıcı yazarlık yaptığı dönemden yazar olmak isteyenlerin toplamından ise kendisinin ne derece dokunabildiğine, insan faydalı olmuş olduğuna şahitlik ettik. Hep bir umut şırıngalamış. Kendisi tüm eğitim ve öğretim ve hocalık dönemini bizlerle paylaşırken kırılma noktasını (2016), Kabataş’tan, Boğaziçi’ne nasıl geldiğini, Küçük İskender ile dostluğunu, hele hele kadim dostu sevgili, Ayfer Tunç’n karşılıklı paylaştıkları en azından benim nazarımda son derece kıymetli.
Öyle oldu, böyle oldu, demekten çok öte tüm yaşananlardan öğrendiğim bir şey var; İnsan olmak ve insan kalabilmek ve insana dokunabilmek!
Bunun içinde sermayeniz kesinlikle koşulsuz sevgidir.
Şunu demişimdir hep, acı yazdırır. Çünkü bunca şeyi biriktirmek, ruhunuzda her deneyimden klasörler açmak ve hangisinin içinde neyin, nerede olduğunu ve hangi zamanda kullanabileceğini bilip, tasarlamak ve uygun bir hiyerarşi ile sunabilmek, bir mühendislik harikasıdır.
Yani yazar olunmaz, ortalama bir şeyler duygu yoğunluğunuz ile çıkar ama kalemin gücü, akıl ve ruh ile başka raydan ilerler. O yüzden yazar doğulur, insan doğulur.
Kaç tane Murat Gülsoy, yetişiyor dünyada?
Her şeye rağmen, dimdik durabiliyor hemde tüm ünvaların çok ötesinde.
Orası kaf dağının ötesi değil, orası sağlam bir yüreğin ezgisi.
Bize kattıkların için sağol varol, Murat Gülsoy.
EMEL SEÇEN
Etkinlikler ile belki de aynı ayarda, yeryüzünde diğer yabancı okullardan ayırıveren, ismi eşsiz İstanbul, yani içinden deniz geçen şehir olarak; Avrupa ve Anadolu'yu, kol kola getirip,doğanın dans ettirdiği Boğaziçi’nde, Boğaziçi Üniversitesindeyiz.
YOKSUN EDEBİYAT
Romanlara ilham olacak senaryolar, aklınızdan geçemeyecek gerçekler, ansızın güzel ülkemde yaşanabiliyor.
Niyetimiz, eserlerini bir okuyucu olarak takip ettiğimiz, Boğaziçi Üniversitesinin önce öğrencisi sonra Hocası olarak emeği, neredeyse bir insan ömrü kadar tam otuz yıllık serüvenin, yine öğrenci ve okuyucuları ile taçlandırılması. Arkadaşım ve aynı düşüncede olanlarla oradayız ve ansızın bastıran yağmurun işlevselliği daha henüz içimizi ıslatmamışken, meşhur kapıdan kimliklerimizi verip geçerken; kimseler etkinliğin yapılmayacağına dair bir şey söylemiyor. Güzel güzel geçiyor, daha önce yanılmıyorsam iki kez gitmiş olduğum bahçeden yine ayrı bir heyecan ve hevesle ilerliyoruz. Tam bir hatıra fotoğraf çekecekken yağmur serpilmeye başlıyor. Bankta oturup, yağmurda ıslanıveriyoruz. Bırakıyoruz bedenlerimizden rahmetin akmasına, aklımıza, tenimize geçmesine gönülden razı olarak teslim ediyoruz, doğaya kendimizi. Henüz vakit erkenken, o yaşadığımız ve bizden başka, herkesin kaçışarak ayrıldığı banktan, usul usul toplantının gerçekleşeceği mekâna doğru ilerliyoruz. Küçücük alan kaç kişiyi alabilecek ki diye düşünce duvarın sol tarafında siyah-beyaz, sağ tarafında renkli olarak fotoğrafları bulunan Boğaziçi Üniversitesinden geçmiş mezunlarının portelerine bakarken aklımdan geçmekte. Yanımda telefon ile konuşmakta olan bir başka Hocanın telefonuna şahitlik ederken”Toplantının iptal edildiğini, Murat Gülsoy’un içeri alınmadığını, dışarıda bir lokanta toplanılacağı”bilgisini alıp, teyit ediyorum. Sanat Yönetmeni arkadaşım, tuvaletten dönerken anlattıklarıma şaşkınlığında ki yüz ifadesi, ikimizde de pırıl pırıl maalesef, üstelik o benden de daha Murat Gülsoy, okuyucusu.
Şaşırmıyorum, ıslaklığımız keşke bedenlerimizde kururken, Edebiyatının vereceği huzurun rüzgarında ılık ılık demlenseydi. Yurt dışında olsa, ne seremoniler yapılırdı derken dünyada belki de sadece bizim ülkemizde yaşanan ve maalesef ki buna tanıklık etmek durumunda kaldığımız hiç de hoş olmayan görüntüler, bıraktığı duyguları orada bulunan diğer dinletiyi bekleyen okuyucu ve Edebiyat severlere, söyleyip bahçeye yeniden iniyoruz. Birde yağmur bastırmış, ne şemsiye, ne yağmurluk. Önce bize söylenen, İBB’nin kent lokantasına gidiyoruz. Menü de kurufasulye ve taktir edersiniz ki bolca kaşık, çatal sesi. Kolay mı, boğazda kavga var.
Peki, ya güzelim Boğaziçi’nde!
Bunlar neden oluyor, eski bir gazeteci olduğunu söyleyen hanımefendi dışında kimse yok, kendiside, bize kalabalığın dışarıda Güney Kampüsün orada olduğunu söylüyor. “Madem gazetecisiniz, yazarsınız” dediğimde, nereye yazacağım, cevabını alıyorum.
Kampusun kapısında, Murat Gülsoy, o yüzünden eksiltmediği gülüşü, biriktirdiği deneyimlerden el aldığı, vakur ve asilliği ile dimdik durmakta. Kapıdaki kalabalık biraz önce yetişelim diye hızla geçerken ki göremediğimiz okuyucu ve Murat Gülsoy topluluğu ama daha da çoğalacağız. Yağmur berekettir ve şükür ki lokantada yine İBB nin binasında küçücük, adeta kibrit kutusu gibi bir mekanda, çoğalıyoruz. Ayakta, ıslak ve şaşkın!
Mecbur yağmurda ıslanıyoruz. İyi ki de ıslanıyoruz. Bilmem herkes farkında mıydı bir olguyu yaşıyor olmanın duygusunu, kaç kişi hissedebildi. Bu tüm disiplinler içinde salınarak; Psikoloji, Edebiyat, Sanat, Sosyoloji içinden sivrilerek tam da buradan ses veriyordu. Önce çoğunluğu okuldan akademisyen arkadaşları olan kişilerin konuşmaları sırasında belirttikleri gibi şaşkınlık yaşıyor olmalarıydı. Ama yine de her şeye rağmen bir emeklilik çiçeğini hak etmişti. “Yazarsın, şaşkınlıktan unuttuk, hayal et!” demek, bana göre değil en azından, netice de bu da yazarlara ve duygusal insanlara atfedilen gerçeklerden kaçış ve adeta savuşturma gibi gelir. Sen anlarsın, demek. Kendisi bile şaşkınken hiçbir şekilde bunu dışarıya yansıtmayan, fırtınalı denizlerin sonunda yolcularını dingince limana çıkarabilen bir kaptan gibiydi, akademisyen, yazar, baba, öğretmen, emekli, dergici, okuyucu, bilim insanı ve insan, Murat Gülsoy.
Yurt dışında olsa kapıda tıpkı transfer olan futbolculara havalimanına indiklerinde başlarından geçirilen renk renk çiçek kolye gibi takılır, konfetiler, ödüller, plaketler, sunumlar, tanıyanların sözleri, asla unutmayacak bir an hediye edilirdi kesin, tüm emeklerine karşılık.
Ne kadar yanlışı bile olsa ortaya konulmuş bir emeğin bir söz hakkı muhakkak vardır. Varlığının, insan olmanın tezahürünün gerçeği.
Öğrenciliğini de katarsak, tam kırk yıl koca bir insan ömrüne, arabasının girebildiği içinde de şemsiye var, kendisinin giremediği, emeklilik konuşmasını okuyucuları ve dinlemeye gelenler ile önce lokanta da sonra küçücük bir mekanda, bir tabure üzerinde ama maskesini takarak, kimseye zararı olmasın diye kıyıdan izledin, aydın Murat Gülsoy.
Bizim temel meselemiz zaten aydın yetiştiremeyen bir toplum olmamız, herkes konuştu, yaratıcı yazarlık yaptığı dönemden yazar olmak isteyenlerin toplamından ise kendisinin ne derece dokunabildiğine, insan faydalı olmuş olduğuna şahitlik ettik. Hep bir umut şırıngalamış. Kendisi tüm eğitim ve öğretim ve hocalık dönemini bizlerle paylaşırken kırılma noktasını (2016), Kabataş’tan, Boğaziçi’ne nasıl geldiğini, Küçük İskender ile dostluğunu, hele hele kadim dostu sevgili, Ayfer Tunç’n karşılıklı paylaştıkları en azından benim nazarımda son derece kıymetli.
Öyle oldu, böyle oldu, demekten çok öte tüm yaşananlardan öğrendiğim bir şey var; İnsan olmak ve insan kalabilmek ve insana dokunabilmek!
Bunun içinde sermayeniz kesinlikle koşulsuz sevgidir.
Şunu demişimdir hep, acı yazdırır. Çünkü bunca şeyi biriktirmek, ruhunuzda her deneyimden klasörler açmak ve hangisinin içinde neyin, nerede olduğunu ve hangi zamanda kullanabileceğini bilip, tasarlamak ve uygun bir hiyerarşi ile sunabilmek, bir mühendislik harikasıdır.
Yani yazar olunmaz, ortalama bir şeyler duygu yoğunluğunuz ile çıkar ama kalemin gücü, akıl ve ruh ile başka raydan ilerler. O yüzden yazar doğulur, insan doğulur.
Kaç tane Murat Gülsoy, yetişiyor dünyada?
Her şeye rağmen, dimdik durabiliyor hemde tüm ünvaların çok ötesinde.
Orası kaf dağının ötesi değil, orası sağlam bir yüreğin ezgisi.
Bize kattıkların için sağol varol, Murat Gülsoy.
EMEL SEÇEN