SANA DÜN EMİNÖNÜ’NDEN BAKTIM İSTANBUL…
Hala karınca yuvası gibisin. Karmaşan hala devam ediyor. Bir telaş, bir telaş. Hala 72 millet etrafta, konuşmalar Babil kulesini anımsatıyor. Güvercinlerin kanat sesleri, martıların çığlıkları, vapur düdükleri birbirine karışıyor…
Tam bir kaos!
İlk kez gördükleri İstanbul’u anlatmaya çalışan yabancıların en çok kullandıkları sözcüğün “kaos” olduğunu biliyorum.
ÇILGIN BİR DANS
Ama sıradan bir kaos değil!
Bir yabancı dostum, “İstanbul’un kaosu farklı,” demişti. “Bir koreografisi var.”
Yani bir düzeni var. Yani, tüm bu karmaşa çılgın bir dans olarak da da görülebilir. Hiç eksik olmayan gürültü de, onun kakafonik fon müziği.
Nüfusunun bir milyon dolayında olduğu 1950’lerden bu yana pek çok kez seyrettim bu dansı.
Karmaşa hep vardı ama kargaşa yoktu.
Sanki yollara dökülmüş tüm karıncalar ne yapacağını biliyordu.
Her şeye rağmen hayat akıyordu. Köprüye vapurlar geliyor, vapurlar gidiyordu. Altından pat pat pat mavnalar geçiyordu. Üzerinde, sırtına Everest’i yüklemiş hamallar, at arabaları, tramvaylar, daha sonra troleybüsler, otomobiller…
Herkes oradaydı!
Trafik sık sık tıkanır, ama hayat akardı.
Karşıda Galata Kulesi, yanında Yeni Camii! Yabancılar masmavi fonun üzerindeki bu mucizeye şaşkın şaşkın bakarlardı! Bazıları Yeni Camii’nin ne kadar yeni olduğunu sorardı. 400 yıllık olduğunu söylerdim. Şaka yaptığımı sanırlardı!
BUGÜN EMİNÖNÜ
Uzun bir aradan sonra Eminönü’ne gidip baktım. Ve sevindim: Biraz bozulmuştu ama kaotik dans sürüyordu.
Yeni dansçılar vardı sahnede. Kısacık şortlu Avrupalılar, tamamen kapalı Arap’lar, çekik gözlü Uzak Doğulular….
Ayakkabı boyacılarının sayısı azalmıştı, seyyar satıcılar yer altına inmişti, tek tük dilenci avuç açıyordu, piyangocu Nimet Abla hala açıktı. Pelikan Yaşar ölmüş, bulunduğu yer balık-ekmek dükkanı olmuştu.
Evet, her yerde balık ekmek kokusu da vardı!
Burası hala Eminönü Meydanı’ydı.
BU ŞEHİR HALA O İSTANBUL MUDUR?
İstanbul’u anlamak isteyen bir yabancının tek bir yer görmeye hakkı olsa ona nereyi önerirsiniz sorusuna yanıt arıyordum.
Önce meydanlardan başladım. Çünkü meydanlar dev kentlerin ana sahnelerdir.
İstanbul deyince benim aklıma üç meydan gelir: Taksim, Beyazıt ve Eminönü meydanları.
Hukuk Fakültesi’nde okuduğum yıllarda çok önemli olan Beyazıt Meydanı mimari cinayetler nedeniyle küme düştü, elektriğini kaybetti. Taksim daha çok siyasi ve ideolojik mücadele alanına dönüştü. Ama Eminönü fokur fokur kaynamaya ve kımıl kımıl oynamaya devam ediyor.
İstanbul’un sokaklarında dolaşırken ikide bir Attila İlhan’ın “Bu şehir hala o İstanbul mudur?” mısralarını mırıldanıyor, sık sık sessiz çığlıklar atıyor, ama bazen de “Evet Attila abi, bu şehir hala o İstanbul’dur” diyordum!
Bağımsız ruhunu anlamayanlar tarafından bu kente çok kötülükler yapıldı. Hala da yapılıyor.
Ama onu yok edemediler. O elektriği kesemediler. Kesemeyecekler!
Çünkü o elektrik, yalnızca kıtaların değil, aynı zamanda kültürlerin şuracıkta sürtüşmesinden ortaya çıkıyor. Asırlar boyunca öyle olmuş, bugün de öyle oluyor.
İyi ve kötü anlamda ipini koparan buraya geliyor. İstanbul Ateşi dans ekibine katılıyor.
İstanbul, Dersaadet, Kostantinopolis değirmeni onları öğütüyor.
Bu kent, tekdüzeliğe, tek kültürlülüğe, tek sesliliğe izin vermiyor. Coğrafyasına, doğasına, poyrazla lodos arasında gidip gelen havasına aykırı öyle bir şey. Dansında farklıların bir arada olmasını istiyor!
Kim ne derse desin, gene öyle olacak!
İstanbul’a güveniyorum: İstanbul teslim alır, teslim olmaz!
Fotoğraf: Sami Aksu