CARMEN, yüzyıllar sonra yönetmen Benjamin Millepied’in farklı yorumu ile yine karşımızda.
İlk olarak, 1875 yılında Paris’te sahnelenmiş olan Carmen, Fransız besteci Georges Bizet’in dört perdeden oluşan opera eseri. Librettosu, Meilhac ve Halevy tarafından yazılan ve esasını, Merimee’nin, Carmen, adı kısa romanından alan eserde; yıllar 1830’lardır ve tütün fabrikasında işçi olarak çalışmakta olan çingene, Carmen, asker Don Jose’den çok etkilenir ve onu kaptığı gibi dağlara yolculukları başlar.
Müzikleri; Nicholas Britell ve şahane kurgusu, Dany Cooper, aynı oranda ödüle layık görüntü yönetmenliğinde ise Jörg Widmer’in, müşterek işlerinden ortaya bir “sanatsal şölen” çıkmış.
Carmen’in günümüz yüzyılında ki film versiyonunda yönetmen, Millepied, adeta izleyiciyi ve Flamenko tutkunlarını yamacına alıp, önce seksenlerinden ortasına atıveriyor. Sağınızda, Carlos Saura, solunuzda, gelmiş geçmiş zamanların en iyi dansçısı, Flamenko’yu, modern dans gibi çağdaş seviye yükselmesine sebep olan, yüksek performansı ile eviren başka bir bakış açısı getiren, Maria Pages.
Ve uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, tahta bir kulübenin kenarında, kızını korumaya çalışan bir annenin, adeta Boğalar ve Yılkı atlarının şahlanışı gibi erkekler ve zulüm karşısında, direnişi dans olarak sunuluyor. Aztek kadının yüz mimiklerinden, İspanyol olarak bilinen Flamenko dansına da gönderme yaparken; Meksika sınırında kızını koruyan annenin topuklarını vuruşu ve her adım hareketin, eşsiz müzik ve dış ses ile seslendirilişi bile kısa bir film tadında. Toz duman olsa da anne vurulur ve annenin kanını, alnına üç parmak izi olarak süren kızı Carmen, annesinin iç sesi ile yola çıkar:
“Seni korumaya çalıştım. Ne zaman yolunu kaybedersen kanlarına, köklerine, annene ve büyükannene bak. Bu erkekler böyledir, gözlerinde nem vardır ama ağlayamazlar. Rüzgâra eşlik et. Kendini bulacaksın. Sevindiğinde, güldüğünde, mutlu olduğunda ben yanında olacağım.”
Ruhsal bağlarımızı, köklerimizi, filmin içinde bize yeniden hatırlatan yönetmen, Millepied, hiçbirimizin dünyaya boşuna gelmediğimizi; bazen isteyerek, bazen istemeyerek yollarımızı kaybettiğimizde; bazı ruhların bizlere rehberlik etmek için orada, gideceğimiz yerde bizi beklediklerini ve kalbi temiz olanların her zaman korunduğunu gösteriyor.
Meksika kartelinden annesi tarafından bir yere kadar korunabilen, Carmen, ABD’ne, Los Angeles’a, melekler şehrine kaçmak ister ama sınır devriyelerine yakalanması kaçınılmaz olsa da daha önce Afganistan’a denizci ve asker olarak iki kez gitmiş olan, aynı zamanda gitar çalan, kendisi gibi naif Aiden ile karşılaşması, Aiden’in, kendisine yapılan şiddete karşı, onu koruması, artık ikisininde geçmişlerinden sıyrılıp, kendilerini bulmak ve kendi hayatlarının hâkimi olmak istedikleri anda, kısa süre içince başlayan tutkulu aşk, filmin vazgeçilmez kısmı. En önemli dans sahneleri dâhil.
Ve kaçış boyunca Carmen’in tutkusu, gücü, yaşama tutunuşu, mücadelesi, en az güzelliği ve zarafeti kadar, Aiden’i, büyüler. Bu arada yol boyunca kendilerine eşlik eden, henüz kendilerinin bile açıklayamadığı ruhsal rehberlikler sonunda, annesinin kız kardeşi gibi sevdiği ve bir eğlence merkezi işleten, anne yarısının yanına vardığında burada da en başından itibaren filmin ilk açılış sahnesinde göz kırpan, İspanya’nın başarılı oyuncusu, Rossy de Palma’nın, yine farklı tarzı ile şekilleniyor.
Yönetmenin burada Aiden ile Carmen’i ilk kez gören teyzenin, Aiden’e söylemiş olduğu söz esasında filmin özü: Senin gibi güçlü ve naif, biri Carmen. Carmen, bir kadının şiir olmuş hali. CARMEN, şiir, demektir.
Ve yönetmenin ustalığı, 118 dk boyunca devam ediyor. Bazı eleştirmen arkadaşlar, film sonunda kendi aramızda ki krtiklerde, yönetmen müzik için film yapmış, sanki deseler de.
Carmen, bu çağda ancak bu kadar güzel yorumlanabilirdi. Operası, dört perde olan eserin beyazperdeye aktarımında ise yine annesinin açılış sahnesi dışında, ilk perde; Aiden ile vardıkları, Lunapark içindeki sahnede yer alan ateş dansı, Carmen’in ateşten korkmayışı, kendi evini bile vefat sonrası ateşe verebilen bir yüreğin yanan yüreğinden, nelerden geçtiğini, atlattığını sunarken; ardından gelen Aiden’in bir erkek olarak savaş görse bile bir kadının gücünün yanında, ne kadar masum kalabildiğini, sunuyor. Ve tüm kadınlarla, Carmen’in ateş dansını izlerken aslında Carmen etrafında yer alan ve hepsi farklı ülke insanlarının yüzlerinden olması, beş kıtayı ve o kıtanın kadınlarının varlığını göstermekte. Hepsinin elleri ile Carmen’i göstermeleri, sen bizi temsil ediyorsun ve dans et! Dans etmek, savaşmaktır da aynı zamanda.
İkinci perde; birbirlerine koşup, sımsıkı sarılıp, öpüştükleri sahne.
Üçüncü perde, ya hep ya hiç, ayakta kalma, mücadelesi. Bu sefer, erkek erkeğe… Orada ki finale doğru evrilen sahne olağan üstü. Ayak hareketleri, Rap tarzı, dövüş birlikteliği ile yine bir ayrı kısa film tadında.
Ve dördüncü perde, final sahnesi.
Yönetmenin, filmin başında kendi toprağından, ancak yanına bir avuç alarak, kaçmak zorunda bırakılan bir kadının, kumda başka ülkelerde savaşmış can almış ve içtiği Pepsi bardağının içinde deniz kumu gören bir denizcinin hatırası.
Özetle; henüz birbirlerini yeni tanımış ancak başka bir erkek kendisine sulanmaya kalktığında; “O gerçek bir erkek” diyecek kadar tanıyabilmek; hislerden öte, ruhsal boyutların izlerinden farklı yansımalar. Aşkı kaç kere buldunuz, ya da aşk sanıp kaç kez yanıldınız? Aşk, kendini anlatır. Dolayısı ile ister 1800’ler ister ise şu yüzyıl, karşında ki kadar var ettiğin. Ve birbirini bulmak, kaç yüzyılda bir rastlanır, durum.
Meksika sınırından Amerika sınırına taşıyan Angel’in dediği gibi:
“Neden kaçıyorsan aslında onu arıyorsun.”
Bulduğun, öz gelen ise anlarsın ve senindir. Ve aslında bir bakmışsın ki tüm yaşananlar bu tekâmül içinmiş.
Kadın, varlığını da koruyan ama kendini bulmayı becerebilen ve kendi özgünlüğünü yakalamış kadının ise ne kadar farklı olduğunun göstergesini farklı ve her karesinde felsefe ve sosyoloji ile de harmanlayarak sunan, şimdiye kadar gelmiş geçmiş dans ağırlıklı filmleri rafa kaldırtan, aşkın yüzü.
Bütünüyle şiir, bütünüyle hayat.
Carmen.
İlk olarak, 1875 yılında Paris’te sahnelenmiş olan Carmen, Fransız besteci Georges Bizet’in dört perdeden oluşan opera eseri. Librettosu, Meilhac ve Halevy tarafından yazılan ve esasını, Merimee’nin, Carmen, adı kısa romanından alan eserde; yıllar 1830’lardır ve tütün fabrikasında işçi olarak çalışmakta olan çingene, Carmen, asker Don Jose’den çok etkilenir ve onu kaptığı gibi dağlara yolculukları başlar.
Müzikleri; Nicholas Britell ve şahane kurgusu, Dany Cooper, aynı oranda ödüle layık görüntü yönetmenliğinde ise Jörg Widmer’in, müşterek işlerinden ortaya bir “sanatsal şölen” çıkmış.
Carmen’in günümüz yüzyılında ki film versiyonunda yönetmen, Millepied, adeta izleyiciyi ve Flamenko tutkunlarını yamacına alıp, önce seksenlerinden ortasına atıveriyor. Sağınızda, Carlos Saura, solunuzda, gelmiş geçmiş zamanların en iyi dansçısı, Flamenko’yu, modern dans gibi çağdaş seviye yükselmesine sebep olan, yüksek performansı ile eviren başka bir bakış açısı getiren, Maria Pages.
Ve uçsuz bucaksız bir arazinin ortasında, tahta bir kulübenin kenarında, kızını korumaya çalışan bir annenin, adeta Boğalar ve Yılkı atlarının şahlanışı gibi erkekler ve zulüm karşısında, direnişi dans olarak sunuluyor. Aztek kadının yüz mimiklerinden, İspanyol olarak bilinen Flamenko dansına da gönderme yaparken; Meksika sınırında kızını koruyan annenin topuklarını vuruşu ve her adım hareketin, eşsiz müzik ve dış ses ile seslendirilişi bile kısa bir film tadında. Toz duman olsa da anne vurulur ve annenin kanını, alnına üç parmak izi olarak süren kızı Carmen, annesinin iç sesi ile yola çıkar:
“Seni korumaya çalıştım. Ne zaman yolunu kaybedersen kanlarına, köklerine, annene ve büyükannene bak. Bu erkekler böyledir, gözlerinde nem vardır ama ağlayamazlar. Rüzgâra eşlik et. Kendini bulacaksın. Sevindiğinde, güldüğünde, mutlu olduğunda ben yanında olacağım.”
Ruhsal bağlarımızı, köklerimizi, filmin içinde bize yeniden hatırlatan yönetmen, Millepied, hiçbirimizin dünyaya boşuna gelmediğimizi; bazen isteyerek, bazen istemeyerek yollarımızı kaybettiğimizde; bazı ruhların bizlere rehberlik etmek için orada, gideceğimiz yerde bizi beklediklerini ve kalbi temiz olanların her zaman korunduğunu gösteriyor.
Meksika kartelinden annesi tarafından bir yere kadar korunabilen, Carmen, ABD’ne, Los Angeles’a, melekler şehrine kaçmak ister ama sınır devriyelerine yakalanması kaçınılmaz olsa da daha önce Afganistan’a denizci ve asker olarak iki kez gitmiş olan, aynı zamanda gitar çalan, kendisi gibi naif Aiden ile karşılaşması, Aiden’in, kendisine yapılan şiddete karşı, onu koruması, artık ikisininde geçmişlerinden sıyrılıp, kendilerini bulmak ve kendi hayatlarının hâkimi olmak istedikleri anda, kısa süre içince başlayan tutkulu aşk, filmin vazgeçilmez kısmı. En önemli dans sahneleri dâhil.
Ve kaçış boyunca Carmen’in tutkusu, gücü, yaşama tutunuşu, mücadelesi, en az güzelliği ve zarafeti kadar, Aiden’i, büyüler. Bu arada yol boyunca kendilerine eşlik eden, henüz kendilerinin bile açıklayamadığı ruhsal rehberlikler sonunda, annesinin kız kardeşi gibi sevdiği ve bir eğlence merkezi işleten, anne yarısının yanına vardığında burada da en başından itibaren filmin ilk açılış sahnesinde göz kırpan, İspanya’nın başarılı oyuncusu, Rossy de Palma’nın, yine farklı tarzı ile şekilleniyor.
Yönetmenin burada Aiden ile Carmen’i ilk kez gören teyzenin, Aiden’e söylemiş olduğu söz esasında filmin özü: Senin gibi güçlü ve naif, biri Carmen. Carmen, bir kadının şiir olmuş hali. CARMEN, şiir, demektir.
Ve yönetmenin ustalığı, 118 dk boyunca devam ediyor. Bazı eleştirmen arkadaşlar, film sonunda kendi aramızda ki krtiklerde, yönetmen müzik için film yapmış, sanki deseler de.
Carmen, bu çağda ancak bu kadar güzel yorumlanabilirdi. Operası, dört perde olan eserin beyazperdeye aktarımında ise yine annesinin açılış sahnesi dışında, ilk perde; Aiden ile vardıkları, Lunapark içindeki sahnede yer alan ateş dansı, Carmen’in ateşten korkmayışı, kendi evini bile vefat sonrası ateşe verebilen bir yüreğin yanan yüreğinden, nelerden geçtiğini, atlattığını sunarken; ardından gelen Aiden’in bir erkek olarak savaş görse bile bir kadının gücünün yanında, ne kadar masum kalabildiğini, sunuyor. Ve tüm kadınlarla, Carmen’in ateş dansını izlerken aslında Carmen etrafında yer alan ve hepsi farklı ülke insanlarının yüzlerinden olması, beş kıtayı ve o kıtanın kadınlarının varlığını göstermekte. Hepsinin elleri ile Carmen’i göstermeleri, sen bizi temsil ediyorsun ve dans et! Dans etmek, savaşmaktır da aynı zamanda.
İkinci perde; birbirlerine koşup, sımsıkı sarılıp, öpüştükleri sahne.
Üçüncü perde, ya hep ya hiç, ayakta kalma, mücadelesi. Bu sefer, erkek erkeğe… Orada ki finale doğru evrilen sahne olağan üstü. Ayak hareketleri, Rap tarzı, dövüş birlikteliği ile yine bir ayrı kısa film tadında.
Ve dördüncü perde, final sahnesi.
Yönetmenin, filmin başında kendi toprağından, ancak yanına bir avuç alarak, kaçmak zorunda bırakılan bir kadının, kumda başka ülkelerde savaşmış can almış ve içtiği Pepsi bardağının içinde deniz kumu gören bir denizcinin hatırası.
Özetle; henüz birbirlerini yeni tanımış ancak başka bir erkek kendisine sulanmaya kalktığında; “O gerçek bir erkek” diyecek kadar tanıyabilmek; hislerden öte, ruhsal boyutların izlerinden farklı yansımalar. Aşkı kaç kere buldunuz, ya da aşk sanıp kaç kez yanıldınız? Aşk, kendini anlatır. Dolayısı ile ister 1800’ler ister ise şu yüzyıl, karşında ki kadar var ettiğin. Ve birbirini bulmak, kaç yüzyılda bir rastlanır, durum.
Meksika sınırından Amerika sınırına taşıyan Angel’in dediği gibi:
“Neden kaçıyorsan aslında onu arıyorsun.”
Bulduğun, öz gelen ise anlarsın ve senindir. Ve aslında bir bakmışsın ki tüm yaşananlar bu tekâmül içinmiş.
Kadın, varlığını da koruyan ama kendini bulmayı becerebilen ve kendi özgünlüğünü yakalamış kadının ise ne kadar farklı olduğunun göstergesini farklı ve her karesinde felsefe ve sosyoloji ile de harmanlayarak sunan, şimdiye kadar gelmiş geçmiş dans ağırlıklı filmleri rafa kaldırtan, aşkın yüzü.
Bütünüyle şiir, bütünüyle hayat.
Carmen.