Taner Akçam: Türkiye’nin 100 yıllık sistematik ırk ayrımcılığı

şerbetçi

Member
Katılım
25 Eyl 2023
Mesajlar
29,789
Tepkime puanı
0
Puanları
16
Geçen gün Youtube’da ilginç bir söyleşiye denk geldim. Gazeteci Ahmet Nesin, sosyolog-tarihçi Taner Akçam’la, son kitabı “Apartheid” (Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uzun yıllar sistematik olarak uygulanan ırk ayrımı rejiminin adı. Kelime kökeni Güney Afrika’nın resmi dillerinden birisi olan Afrikaans) üstüne konuşuyordu. Ahmet Nesin ve Akçam, “apartheid” dan başlayıp Türkiye’deki Sünni-Türk hakimiyetine sözü getirdi. Söyleşiyi sizlere özetlemeye çalışacağım.

Taner Akçam kitabında anlatmak istediğini şu sözcüklerle dinleyiciye aktarıyor:

“Apartheid kelimesinin tanımını anlamak için bunu dinleyicilerin soykırım kelimesiyle kıyaslamaları çok faydalı. Soykırım kelimesi hem uluslararası hukukta bir kavram hem de siyaseten kullanılan bir kavram. Apartheid da öyle. Hem uluslararası hukukla ilgili bir boyutu var bir de siyaseten...”

Akçam apartheid’in uluslararası hukukta suç olarak 1973’de kabul edildiğini belirterek sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Soykırım kavramı 1943-44’de Lemkin (Raphael- Polonyalı Yahudi asıllı avukat) tarafından bulundu ama BM’de 1948’de soykırım sözleşmesi kabul edildi. Soykırımın ceza hukukunda kuvvete geçmesi 1952 yılıdır. BM 1992’ye kadar hemen hemen her yıl Güney Afrika’daki apartheid’ı bir sistem olarak eleştirdi.

“1973’de Uluslararası Apartheid Sözleşmesi yapıldı. 1976’da uluslararası ceza hukuku maddesi olarak kabul edildi. İlginç olan, Türkiye bu yasayı onaylamadı.

“2000 yılında Roma Statüsü dediğimiz Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin suçlar tanımlamasında da bir insanlık suçunun yedi kategorisinden birisi olarak tanımlandı. Yani bugün artık apartheid derken sadece Güney Afrika’dan değil, bir uluslararası ceza hukukundan söz ediyoruz.”

Akçam sözü Türkiye’ye getirerek şu ilginç noktaya parmak basıyor:

“Apartheid maddesi hukuk olarak şunu açıkça söylüyor:

‘Bir ırk grubu ya da grupların (burada gruplar etnik ve ulusal da olabilir) ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatına katılımını engellemek için hesaplanan her türlü yasal tedbir ve diğer tedbirler böyle bir grubun tam olarak gelişmesini engelleyen koşutların kasıtlı olarak yaratılmasıdır. ‘

“Yani bunu yapan bir devlet suç işlemiş oluyor. Kitabımda da söylediğim gibi bu, Türkiye’nin 100 yıllık tarihi. Sonuçta Türkiye 100 yıldır Sünni-Türk grubunun, Sünni-Türk olmayan diğerlerinin (grupların) siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayata katılımlarını engellemek için her türlü yasal tedbir aldığı bir ülkedir. Bu anlamda da bu tanım Türkiye’nin Cumhuriyet’ten bu yana, sadece Kürtlere ve Aleviler’e yönelik değil, bütün diğer etnik gruplara, özellikle Yahudiler’e ve Hıristiyanlar’a yönelik izlediği politikanın özlü tanımı. “

Irk ayrımcılığı için öncelikle hukuk sisteminin gerekli olduğunu belirten Akçam şöyle devam ediyor:

“Hukuk sisteminde o grubun dışlandığını ve sistematik, yapısal biçimde bunun yapıldığını göstermeniz gerekiyor. En önemli hususlardan birisi budur. İkincisi, bunun sürekli kılınması önemlidir. Ayrıca bunun kasdi bir unsur olması, yani bunu yapanların kendi egemenliklerini sürdürebilmek için bunu kasıtla yapıyor olmaları... O bakımdan da bunun soykırımla kıyaslanmasını önermiştim. Kasıt unsuru burada çok önemli. Hukuki bir tedbir, bunun sürekliliği ve arkadaki kasıt unsurunun tespit edilebilmesi... Bütün bu unsurların Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana mevcut olduğunu düşünüyor ve söylüyorum.”

Söyleşinin burasında Ahmet Nesin, Osmanlı’da Türkler’in aşağılandığı ve eğitimden en az yararlanan toplumsal kesim olduğuna dikkat çekmesi üstüne Akçam şöyle diyor:

“Bir ülkede apartheid’dan söz ediyorsak bunun tarihi kökleri de olması gerekiyor. Güney Afrika’da apartheid bir hukuk sistemi olarak 1948’de uygulamaya kondu. Ama bunun kökleri 19. Yüzyıl sömürgeciliğine gidiyor. 16. Yüzyılda önce Hollandalılar, 19. Yüzyılda da İngiltere’nin Güney Afrika’ya gelmesiyle devam eden uzun bir süreç. Yerlilerin ayrımcılığa uğramaları böyle başladı. Türkiye’de ise bunun üç önemli tarihi kökü olduğunu düşünüyorum. Birincisi Osmanlı millet sistemi. İkincisi, özellikle Cumhuriyet’le birlikte gelişen sömürgecilik zihniyeti. Üçüncüsü, 1918’de tam kurumsallaşan Türk etnisitesi.

“Evet Osmanlı yöneticileri kendilerini Türk addetmemişlerdi ama bu süreç 19. Yüzyılla birlikte değişti. Bunu Tanzimat döneminden de başlatabiliriz. Aslında Osmanlıcılık bir üst aidiyet olarak sunulduğu ve desteklendiği andan itibaren bu Müslüman Türk’ün egemenliği olarak anlaşıldı.

“İttihat ve Terakki Partisi Turancılığa, yayılmacılığa varabilecek Türkçülüğü 1913 Balkan Savaşı’yla birlikte resmi ideolojisi haline getirdi. Hatta bu konuda en büyük otorite sayılması gereken Şükrü Hanioğlu’na göre İttihat ve Terakki Partisi açıktan Türkçülük politikalarına 1905’te başlamıştı.

“Bu devlet politikası düzeyinde değildi denebilir ama İttihat ve Terakki, özellikle Balkan yenilgisinden sonra Türkçülüğü ciddi bir program haline getirdi. 1917’de Talat Paşa Sadrazam olduğu zaman hükümet programı yazıyor. Programda bir de programa alınmaması gereken bir madde var. Bu saklı tutulan maddede Türkçülüğü ve Türk burjuvazisini teşvik edip geliştirmek var. ‘Bunu programa yazmayacağız ama yapmamız gereken bu olacak,’ diyor. Cumhuriyet hükümeti de bunu o programdan devraldı.

“Osmanlı’da Müslüman Türk millet-i hakimeydi. Müslüman Türk olmayan vatandaşlar ise ikinci sınıf olarak yer aldılar. Mustafa Kemal’le birlikte Cumhuriyet din esasını oratadan kaldırdı ve seküler kültürel ögeleri soktu. Bugün hala etnik köken devam ediyor. Arada büyük bir fark yok. Bugünkü süreci Osmanlı millet sisteminin sekülerleştirilmiş devamı olarak tanımlamak mümkündür. “

Cumhuriyet’in kurucu babalarının Osmanlı’nın son dönem asker-sivil bürokratları olduğuna dikkat çeken Taner Akçam sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Türkiye’de apartheid rejiminin Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından beri var olmasına rağmen buna hiç kimsenin sesini çıkarmamasının cevabını arıyorum. “

Ahmet Nesin’in “Türkiye’nin bunu ortaya çıkarması için önce kendisiyle hesaplaşması gerekmiyor mu?” sorusuna Taner Akçam şu cevabı veriyor:

“Elbette hesaplaşma kavramı önemli ama daha önemli bir şey var. Asıl sorunumuz bir paradigma değişimine duyulan ihtiyaç. Burada bakan göz önemli. Kitapta tartıştığım konu şu: Bugün Türkiye’de bütün akademik çalışmalara bakın. Bütün bu çalışmalar şöyle bir ayrım üstüne oturur: 1918-1924 arası bağımsızlık, kurtuluş savaşı dönemidir. 1924 sonrası apayrı bir dönem olarak ele alınır. Bütün Cumhuriyet dönemi süresindeki haksızlıklar hep 1924 sonrası dönem üstüne kurulur. 1924 sonrası Anayasa’ya vatandaşlık ve Türklük eşit işareti konduğu için sorunlar başlar.

Burada bir düşünce problemi var.

“Benim görüşüme göre 1918’le 1924 arası zaten Türkiye’de apartheid kuruluyordu. Ben burada Kürt, İslami, solcu bakışlara da şöyle bir eleştiri yöneltmiş oluyorum:’Biz ne güzel apartheid’ın tepesinde olacaktık, ama bizi aşağı attılar’ Söyledikleri o anlama geliyor. “Akçam esas meseleye de şöyle parmak basıyor:

“Evet, emperyalizme karşı savaş verildi, bağımsız devlet kuruldu. Bütün bunların hepsi yapıldı. Kurtuluşa ilişkin bir konuyu tartışmıyorum. Kurtuluşa ilişkin Mustafa Kemal için her şeyi pozitif anlamda söyleyebilirsiniz. Ben kuruluşa ilişkin bir konuyu konuşuyorum. Kanun ve kararnamelerden söz ediyorum. “

Ez cümle tarihçi ve sosyolog Taner Akçam kitabında Türkiye’de kuruluş ruhundan beri ırk ayrımcılığı yapıldığından söz ediyor. Türk-Sünni sentezinin ülkeye nasıl hakim olduğunun altını çiziyor. Bu söyleşiyi dinlerken aklıma çocukluk yıllarımda okuduğum sıkı kafatasçı Turancı yazar Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü” isimli kitabı geldi.
Malum, Nihal Atsız fena halde Göktürkçü bir yazardı. Hatta başkent Ötüken düşleri gördüğü söylenirdi. “Bozkurtların Ölümü” Göktürk boyunun bir dönem Çin’e karşı nasıl yenildiği anlatılır. Kitabın son bölümünde Göktürkler’in önderi Kürşat yanına kırk savaşçısını alır, son derece güçlü ordusu olan Çin’in sarayını bu 40 adamıyla basar. Tabii hepsinin kellesi o baskında gider.

Yani diyeceğim o ki, Turancılık, büyük Türk-İslam sentezi düşleri kuran bizim İttihatçı kafalı zevat da günün birinde “Hüloo, hüloo, kim tutar bizi?” naraları arasında ya da “Ceddin deden, neslin baban, En kahraman Türk milleti” diye Mehter Marşı’nı söyleyerek gözlerine kestirdikleri bir yerlere “Türk ülkücülüğünü” götürmek için hareketlenirlerse hiç kimse şaşırmasın.
 
Üst